Uzunca bir zaman siyaset ve toplum üzerine kafa yordum, inceledim, gözlemledim ve dahası yaşadım. Neden sonra alabildiğine bir yükle, omzumun üzerinde ağır gelmeye başladı başım. Dahası göğüs kafesimin içi, giderek kabaran yüreğime dar geliyordu...
"Cehalet mutluluktur" diyen duyarsız kolaycılara ağır tepkiler vermekten vazgeçip sessizleşmeye başladım..
Bir tarafım "bırak mücadeleyi ne halleri varsa görsünler"diyordu, idealist olan ve hiç susmayan aktivist yanım mücadeleye devam etmek istiyordu.
İnsanı, insana rağmen kendine değer vermeye davet etmeye çalışmak kadar zor olan başka bir şey olmadığını gördükçe mücadele etmek de anlamını yitiriyordu...
Bir sorunu kalıcı olarak çözebilmek için temele inmek gerekiyordu. Herkes sürekli sıçrayıp duran gündemlere ve olaylara öyle odaklanıyordu ki; gerçeklere yabancılaşıyor ve çözümden giderek uzaklaşıyordu. Öyle ya kafa ne kadar meşgul olursa, temelde var olan sorunlar ne kadar manipüle edilirse insanlar daha çok uyuşurdu. Çıkmazda kalma hissine kapılır ve öğrenilmiş çaresizlik şapkasını takardı kafasına.
Sadece bizim ülkemiz özelinde değildi bu sorunlar. Her ülkenin kendi toplumsal norm ve kültürüne inanışına göre değişiyordu.
Tek bir benzerlik dışında; o ülke toplumunun ne düşünmesi isteniyorsa onun enjekte edilmesi ve halkların hür iradeden uzaklaşması tek benzerlikti. Sosyologlar ve İletişim mezunları bilir; Hipodermik iğne modeli..."Hipodermik iğne modeli; kitle iletişim araçlarının alıcı kitle üzerindeki doğrudan etkisine odaklanan bir model oluşturmaktadır. Bu model Nazi Almanyası zamanlarında medyanın bir propaganda aracı olarak kullanılması ve bunun etkilerinin tespitine odaklanmaktadır."
Yani; herkes özgür sanıyordu kendini ama değildi!
Diğer yandan internet sınırları olmayan bir dünya vaad ediyor, eskiden elindekinin kıymetini bilen ve onunla mutlu olan insanların gözlerini uzaklara dikmesini sağlıyor ve kendi hayatına yabancılaşmasına neden oluyordu. Sahip olduklarıyla mutlu olamayacağına inanan ve komşunun tavuğunu kaz gördüğü için daha da mutsuzlaşan insan yığınları ortaya çıkıyordu. Uzaktan satılan güya gösterişli reklam hayatları ağzının suyu akarak izliyor ve giderek yok oluyordu...
Oysa insan fıtratı gereği, mücadele ettiği oranda mutluydu...
Mücadelesizlik insanı mutsuz kılıyordu. Zihni aldatılıp uyuşturulmuş, düzensiz bir şekilde sürekli maruz kaldığı enformasyon bombardımanı altında olumsuzluğu içselleştirmeye başlamıştı.
Öyle ya, haberciliği kötü haber tellalcılığı ile karıştıran, cinneti bir nevi özendirici reklammış gibi sunan kanallar, insanların evlerine sızıyordu.
Bunun acısı çıkacaktı elbet... Sürekli olumsuz cümlelere maruz kalan bir çiçek bile soluyorken, insanın umutsuzluğu sindirmesi kaçınılmaz değil miydi?
Nefret söylemleri, güya fikir çatışmaları hergün daha da esir alıyordu zihinleri. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" sözü unutulmaya yüz tutmuştu.
Hetkes kendini özel ilan etti. Özel hissetmek herkesin hakkıydı tabii ama genele saçılan "beni özel bil" kafasıyla bu mümkün değildi. Bunu yaptıkça kirlenmişlik hisleri artıyor, delilikleri biraz daha ayyuka çıkıyordu. Deliliğinde yeri gelince artı bir bilinçle yapılanı makbuldü ama bu kontrolsüzlük resmen şizofreniye dönüşen bir hal alıyordu.
Toplum kendi intiharına hazırlanmıştı. Bu intihar öyle bedeni öldürmek türünde değildi aman karışmasın. Bu intihar ruhsuzlaşmak ve hergün mutsuz uyanmakla, sadece et yığını gibi hissedip robotlaşmakla alakalıydı.
Başa dönelim "insanı mutlu kılan mücadeleye"...
Evet evet, mücadele...
İnsanlığı şu an mutsuz kılan, kötülükleri, hastalıkları, haksızlıkları hergün dinleyip, görüp buna karşı mücadele vermiyor olmasıdır. Konfor alanına sığındığını zannedip, hareket etmiyor olmasıdır.
Tüm bunlara şahit olup, maruz kalıp sindiriyor olmak hatta bir olayı sindirmeye uğraşırken, bir yenisinin patlak vernesi ile üzerinde ağır yük hissetmesi insanı çaresiz, aciz ve umutsuz kılmazda ne olur?
Yerinden kalkıp, hakkı için, adaletsizlik için, kötü giden herşey için "e yeter" diyerek elinden geleni ardına koymadığında, elini taşın altına koyduğunda tekrar yaşadığını ve mutlu olduğunu hissedecektir insanlık...
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Bursa Haber
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Özlem DOĞAN
"Mücadelesizlik İnsanı Mutsuz Kılıyordu..."
Uzunca bir zaman siyaset ve toplum üzerine kafa yordum, inceledim, gözlemledim ve dahası yaşadım. Neden sonra alabildiğine bir yükle, omzumun üzerinde ağır gelmeye başladı başım. Dahası göğüs kafesimin içi, giderek kabaran yüreğime dar geliyordu...
"Cehalet mutluluktur" diyen duyarsız kolaycılara ağır tepkiler vermekten vazgeçip sessizleşmeye başladım..
Bir tarafım "bırak mücadeleyi ne halleri varsa görsünler"diyordu, idealist olan ve hiç susmayan aktivist yanım mücadeleye devam etmek istiyordu.
İnsanı, insana rağmen kendine değer vermeye davet etmeye çalışmak kadar zor olan başka bir şey olmadığını gördükçe mücadele etmek de anlamını yitiriyordu...
Bir sorunu kalıcı olarak çözebilmek için temele inmek gerekiyordu. Herkes sürekli sıçrayıp duran gündemlere ve olaylara öyle odaklanıyordu ki; gerçeklere yabancılaşıyor ve çözümden giderek uzaklaşıyordu. Öyle ya kafa ne kadar meşgul olursa, temelde var olan sorunlar ne kadar manipüle edilirse insanlar daha çok uyuşurdu. Çıkmazda kalma hissine kapılır ve öğrenilmiş çaresizlik şapkasını takardı kafasına.
Sadece bizim ülkemiz özelinde değildi bu sorunlar. Her ülkenin kendi toplumsal norm ve kültürüne inanışına göre değişiyordu.
Tek bir benzerlik dışında; o ülke toplumunun ne düşünmesi isteniyorsa onun enjekte edilmesi ve halkların hür iradeden uzaklaşması tek benzerlikti. Sosyologlar ve İletişim mezunları bilir; Hipodermik iğne modeli..."Hipodermik iğne modeli; kitle iletişim araçlarının alıcı kitle üzerindeki doğrudan etkisine odaklanan bir model oluşturmaktadır. Bu model Nazi Almanyası zamanlarında medyanın bir propaganda aracı olarak kullanılması ve bunun etkilerinin tespitine odaklanmaktadır."
Yani; herkes özgür sanıyordu kendini ama değildi!
Diğer yandan internet sınırları olmayan bir dünya vaad ediyor, eskiden elindekinin kıymetini bilen ve onunla mutlu olan insanların gözlerini uzaklara dikmesini sağlıyor ve kendi hayatına yabancılaşmasına neden oluyordu. Sahip olduklarıyla mutlu olamayacağına inanan ve komşunun tavuğunu kaz gördüğü için daha da mutsuzlaşan insan yığınları ortaya çıkıyordu. Uzaktan satılan güya gösterişli reklam hayatları ağzının suyu akarak izliyor ve giderek yok oluyordu...
Oysa insan fıtratı gereği, mücadele ettiği oranda mutluydu...
Mücadelesizlik insanı mutsuz kılıyordu. Zihni aldatılıp uyuşturulmuş, düzensiz bir şekilde sürekli maruz kaldığı enformasyon bombardımanı altında olumsuzluğu içselleştirmeye başlamıştı.
Öyle ya, haberciliği kötü haber tellalcılığı ile karıştıran, cinneti bir nevi özendirici reklammış gibi sunan kanallar, insanların evlerine sızıyordu.
Bunun acısı çıkacaktı elbet... Sürekli olumsuz cümlelere maruz kalan bir çiçek bile soluyorken, insanın umutsuzluğu sindirmesi kaçınılmaz değil miydi?
Nefret söylemleri, güya fikir çatışmaları hergün daha da esir alıyordu zihinleri. "Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır" sözü unutulmaya yüz tutmuştu.
Hetkes kendini özel ilan etti. Özel hissetmek herkesin hakkıydı tabii ama genele saçılan "beni özel bil" kafasıyla bu mümkün değildi. Bunu yaptıkça kirlenmişlik hisleri artıyor, delilikleri biraz daha ayyuka çıkıyordu. Deliliğinde yeri gelince artı bir bilinçle yapılanı makbuldü ama bu kontrolsüzlük resmen şizofreniye dönüşen bir hal alıyordu.
Toplum kendi intiharına hazırlanmıştı. Bu intihar öyle bedeni öldürmek türünde değildi aman karışmasın. Bu intihar ruhsuzlaşmak ve hergün mutsuz uyanmakla, sadece et yığını gibi hissedip robotlaşmakla alakalıydı.
Başa dönelim "insanı mutlu kılan mücadeleye"...
Evet evet, mücadele...
İnsanlığı şu an mutsuz kılan, kötülükleri, hastalıkları, haksızlıkları hergün dinleyip, görüp buna karşı mücadele vermiyor olmasıdır. Konfor alanına sığındığını zannedip, hareket etmiyor olmasıdır.
Tüm bunlara şahit olup, maruz kalıp sindiriyor olmak hatta bir olayı sindirmeye uğraşırken, bir yenisinin patlak vernesi ile üzerinde ağır yük hissetmesi insanı çaresiz, aciz ve umutsuz kılmazda ne olur?
Yerinden kalkıp, hakkı için, adaletsizlik için, kötü giden herşey için "e yeter" diyerek elinden geleni ardına koymadığında, elini taşın altına koyduğunda tekrar yaşadığını ve mutlu olduğunu hissedecektir insanlık...
Sessizliğinde, bahaneler üretmeye çalışarak boğulmaktan kurtulabilecektir...
Ürettikçe var olur insan ve de neşeli...