Hava Durumu
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文
TR
Türkçe
English
Русский
Français
العربية
Deutsch
Español
日本語
中文

Özel Röportaj/ Bir Günün İki Dünyası!

İnsanın hayatında önemli anlar ve çok değer verdiği kişiler vardır. Bu kişilerin hayatınızda bir öneminin olması için illa ki ailenizden birileri olması da gerekmiyor.

Haber Giriş Tarihi: 29.12.2024 17:07
Haber Güncellenme Tarihi: 29.12.2024 17:10
Kaynak: (HABER MERKEZİ)
Özel Röportaj/ Bir Günün İki Dünyası!

Sevinç Çelebi / Özel Röportaj

İnsanın hayatında önemli anlar ve çok değer verdiği kişiler vardır. Bu kişilerin hayatınızda bir öneminin olması için illa ki ailenizden birileri olması da gerekmiyor.  

Öyle kişiler vardır ki bazı dönemlerde sizler adına bedeller ödemişlerdir…

1984 -1989 yılında Bulgaristan’da Türklere karşı uygulanan asimilasyon süresinde olduğu gibi… Yaşanan süreçte bir çok kişi dayağa ve işkenceye maruz kalırken, bazıları da ailelerinden kopartılarak, yaş gözetmeksizin o meşhur ve halk arasında İşkence Adası, Ölüm Adası, Hıçkırıkların Adası olarak da bilinen Belene Toplama Kampı’na gönderildi.  

“Bulgarlaştırma” girişimleri sonucu 1985 sonuna dek 800 binin üzerinde isim değiştirildi.  20.nci yüzyılın sonunda yaşanan bu dram, ilkelliğin ve gaddarlığın örneği olarak tarihe geçti…   

Bulgaristan'da, 1984 yılındaki asimilasyon girişimi sırasında çıkan olaylarda annesinin kucağında şehit edilen 18 aylık Türkan Feyzullah, ölümünün 40. yılında mezarı başında anıldığı günlerde, Belene mağduru Ahmet Alpay’ın kapısını çaldım ve yaşanan o zorlu geçmişi dinledim…

------------------------

İşte dinlemesi kadar okuması da, eminim beynimizi olduğu gibi kalbimizi de yoracak çok özel röportaj:

    Ahmet Bey, öncelikle bize kapınızı ve kalbinizi açtığınız için çok teşekkür ediyorum. Anlatacaklarınız hem geçmişi hatırlamak, yad etmek hem de geleceğimiz için de çok önemli… Lakin bize önce kendinizden bahseder misiniz… Ahmet Alpay kimdir?

8 Şubat 1961 yılında Kırcaali İlinin, Mestanlı İlçesi’ne bağlı Göcenler Köyü’nde doğdum. Köylü bir ailenin ferdiydim… Annem-Babam tütün bakımıyla ilgileniyordu. Ben de çocukluğumda onlara destek olmaya çalıştım... İlkokulumu ve ortaokulumu köyümde bitirdim, daha sonra Mestanlı Lisesinde okudum.

Mestanlı Lisesinden mezun olduktan sonra 2 yıl askerlik yaptım.

Askerlik görevimi tamamladıktan sonra Sofya Teknik Üniversitesine kaydımı yaptırdım ve orada okumaya başladım.

Bu esnada malumunuz Bulgaristan’da 1984 - 89 yılları arasında Türk azınlığa ve Müslümanlara karşı bir asimilasyon süreci başlamıştı.

SOFYA ÜNİVERSİTESİ’NDE 3. SINIF ÖĞRENCİSİYDİM… TUTUKLANDIM!

O süreç başladığında Sofya Teknik Üniversitesinde üçüncü sınıf öğrenciydim… Tutuklandım, sorgulandım ve daha sonra Belene’ye gönderildim.

    Röportajımızın başında da belirttiğim gibi, sizler bizler için bedel ödeyenlerdensiniz. 3. sınıf öğrencisiyken tutuklanıp Belene’ye gönderildiğinizi söylediniz. Herşey nasıl gelişti…?

Tutuklama sürecine gelmeden önce bir iki cümleyle Bulgaristan’daki durumu ve Türklere karşı uygulanan Asimilasyon sürecini başlatma kararının nasıl geliştiğini aktarmak istiyorum.

Edinilen bilgilere göre 1980 yılında Bulgaristan Komünist Partisi’nin merkez komitesinde toplantılar yapılıyor ve bu toplantılar 82 yılına kadar devam ediyor. Tartışılan konu: Bulgaristan’da yaşayan Türklerin isimlerinin değiştirilmesi ve tek homojen yapıya sahip bir millet oluşturma projeleri… Bu projelerde iki akım ortaya çıkıyor.

Grubun birisi: daha yumuşak bir geçiş yapılması ve Türklere çok yoğun baskılar yapılmaması taraftarı fikrini savunurken, ikinci grup ise, daha radikal ve sert kararlar alıp, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin isimlerini değiştirilmesi taraftarı oluyor.

‘SERTLİK’ YANLISI JİVKOV

Bu iki grubun başında da Todor Jivkov var!

Sizde biliyorsunuz ki Jivkov, Bulgaristan’daki rejimin başında olan ve en uzun yıllar kalan kişiydi. Haliyle tartışılan konularda onun kararı belirleyici oluyordu…

Tabi ki o da sertlik yanlısı karara takılıyor ve Bulgaristan’da 82 yılından sonra yavaş yavaş bu asimilasyon süreci başlamış oluyor.

EN BAŞTA SINIR KÖYLERİNİ TUTTULAR

Alınan karardan sonra eğleme geçtiler ve ilk önce Bulgaristan’ın sınır köylerini tuttular. Akıldışı zulme Yunanistan ve Türkiye ile sınırdaş olan köylerden başladılar çünkü; o köylere girişler çıkışlar yasaktı. Sınır bölgesi olduğundan dolayı da oralara dışarıdan herhangi birisi gidemiyordu. Gidemediğinden dolayı haber alma ve bilgilendirme imkanları da olmuyordu.

İşte tam da bu daha izole olmuş bölgelerde (güya karışık aileler bahanesiyle) isimleri değiştirmeye başladılar.

Uyguladıkları taktik aslında şuydu: Bu eylemde silahlı askeri birlikler, hatta redif olarak adlandırılan yedek birlikler, milisler ve devlet memurları görev alıyordu.

Genellikle köylerin etrafı sabahın erken saatlerinde (herkes uykudayken) askerler ve polisler tarafından sarılıyordu ve çember daraltarak evlere giriliyordu. İzinsiz kapıları kırıp-açıyorlar, zorla isimleri değiştirebiliyorlardı.

Bu eylemi yaptıkları köyün yanındaki köylere ise bir gün önceden gidip propaganda yapıyorlardı.

“Biz diğer köyde bulunanların adlarını değiştiriyoruz ama, onlar karışık ailelerden olduklarından dolayı bunu yapıyoruz. Sizde karışıklık yok, bu nedenle sizin isimleriniz değişmeyecek” deyip, köylü halkın kaçmamasını sağladıktan sadece bir gün sonra aynı köy basılıyordu ve onların da isimleri değiştiriyordu…

Böylelikle yavaş yavaş çember daralmaya başladı ve artık karışık ailelerin olmadığı köylerde de isimler zorla değiştirilmeye başlandı. Doğal olarak toplumda tepki doğması kaçınılmaz oldu! Bu olayların akışını gördükten sonra kişiler barışçıl protesto yürüyüşleri organize ettiler.

İlk yürüyüşler 24 Aralık 1984 yılında Eğridere’ye bağlı Sütkesiği’nde, 25-26 Aralık’ta Killi bölgesinde, 26-27 Aralık’ta da Mestanlı ve Cebel’de gerçekleşti.

Bu zincirleme bir reaksiyondu..

84 yılının sonuna gelecek olursak; Bu biraz önce de bahsettiğim gibi toplumun gayet normal, insancıl bir tepkiydi! Bulgaristan Türklerinin o barışçıl gösterilerde elleri boştu, askerlere ve polislere taş dahi atmamışlardı.

Tek istekleri vardı: Doğdukları yerde Türk olarak yaşamak ve isimlerine dokundurmamak.

Ve tek ağızdan söylenen tek cümle: “Bizler Türk’üz ve Türk olarak kalmak, yaşamak istiyoruz! İsimlerimize, geleneklerimize göreneklerimize dokunmayın, dini vecibelerimizi yerine getirmemize engel olmayın! Biz Türk ve Müslüman olarak daha önce yaşadıkları gibi yaşamak istiyoruz”

KANLI SOYKIRIM

Buna rağmen bu gayet insancıl olan tepkiler, askerler ve polisler tarafından çok sert ve kanlı bir şekilde bastırıldı ve otomatik silahlar, zırhlı araçlar, tanklar kullanıldı… Sanki savaş ortamında karşısında bir düşman varmış gibi, kendi vatandaşı olan kitleyi imha aşamasına geçildi.

İşte böyle bir ortamda Sofya Teknik Üniversitesi’nde öğrenciydim ve köyümüzden olduğu gibi civarındaki köylerden de telefonla görüşmelerimiz neticesinde bilgiler alabiliyordum. O dönemde Sofya’ya bizim bölgeden kaçmış çok insanlar vardı.

Bu kaçışlar isimlerini değiştirmek istemeyen, ‘belki kurtuluruz, belki kalırız, belki bizi bırakırlar’ düşüncesine sahip olan kişiler bazındaydı ve onlarla da sık sık görüşmelerimiz oldu.

Bu gelişmeler neticesinde ben ve birkaç üniversiteli arkadaşım tepkisiz kalamayacağımız için kendi aramızda toplandık ve bir grup oluşturduk ve “Ne yapabiliriz, nasıl bir tepki verebiliriz” in üzerine yoğunlaştık.

Gidişatı durduramasak bile kamuoyu oluşturmak için bazı girişimlerde bulunduk. O dönemde Bulgaristan bir demir perde ülkesiydi ve demir perde ülkesine giren, çıkan olmadığı gibi, gazeteler tek sesti ve radyolarda olduğu gibi televizyonlarda alternatif fikirler yoktu.

Bu nedenle biz de Türk azınlığına karşı yürütülmekte olan son süreci yurt dışına sızdırmak ve olup bitenden haberdar etmek, dünya kamuoyunun oluşmasında katkıda bulunmak istedik.

Büyükelçilere telefonlar ettik, yazılar yazdık, kendi aramızda toplanıp arkadaşlarla yapılacak olan eylemlerle ilgili fikir alışverişinde bulunduk.

Amacımız hiçbir zaman güç kullanmak değildi! Bir tek gayemiz vardı, o da: barışçıl yollarla bu sürece karşı olduğumuzu göstermek, gönüllü olmamamıza rağmen isimlerimizin değiştirildiğini bildirmekti.

Tüm bunlar yaşarken Metsanlı’ya gitme şansım doğdu. Ancak vardığımda artık olan olmuştu… Doğup büyüdüğüm yerlerde sanki savaş olmuştu. Sokaklar bomboştu…  Sadece polisler ve askerler vardı ve zırhlı araçlar dolaşıyordu…

Köyüme gidip annem ve babamı ziyaret ettim ve durumu öğrendikten sonra tekrar Sofya’ya döndüm. Çünkü eşimi Sofya’da tanıdık bir Türk ailenin yanına bırakmıştım.

BİZLER AĞLARKEN ONLAR EĞLENİYORDU

Döndükten sonra dikkatimi çeken bir durum oldu: Sofya’nın merkezinde bulunan kültür sarayının önünde Sofya ve civarındaki köylerden ve kasabalardan gelenler, yeni yıla karşı büyük kalabalıklar halinde toplanmış, milli kıyafetleriyle ve müzik aletleriyle (onların qaydaları meşhurdur) arabaları ve at arabaları ile büyük bir şenlik organize etmişlerdi ve eğleniyorlardı…

BİR GÜNÜN İKİ YÜZÜ

Eşzamanlı da bizim bölgemizde insanlar dövülüyor, işkence görüyor, hatta öldürülüyorlardı…

Bir ülkeyi ve bir günü düşünün…

Bir tarafta eğlence, bir tarafta savaş!

Aynı anda yaşanan iki manzarayı görüp ve yaşayınca, dayanamayıp bu olayları “Bir Günün İki Dünyası” adıyla kaleme aldım…

Ve sadece 12 gün sonra, 12 Ocak 1985 yılında, eşimle yaşamış olduğumuz kiraya dört sivil geldiler ve kapıyı kırarcasına vurmaya başladılar… Kapıyı açar açmaz “Ellerini kaldır davranma, silahını çıkar..” gibi söylemlerde bulundular.

Kısa süre sonra anladım ki gelenler devlet güvenlik biriminden birileriydi..

Malumunuz Bulgaristan’da o komünist rejim döneminde devlet güvenlik birimleri çok ciddi çalışıyorlardı ve takip edilmiştik… Takip edildiğimizden dolayı da tutuklandık!

SADECE 23 YAŞINDAYDIK…

Halbuki bizlerin derdi sadece benliğimizi korumaktı ve bu durumları yaşarken de sadece 23 yaşındaydık…

“NEREYE GÖTÜRÜYORSUNUZ”

Eşim olup bitenin karşısında şoka girmiş ve çok korkmuştu. Yeni evlenmiştik ve daha önce böyle bir durum yaşamamıştık.

Beni kapıdan çıkarırlarken son sözleri hançer gibi saplanmıştı kalbime… “Nereye götürüyorsunuz…?”, “Kısa bir sorgulama için alıyoruz” deseler de, bu kısa sorgulama tam 9 ay sürmüştü…

Bana gelince: Oturduğumuz kiranın kapısından çıkarken (2 görevli önümde, 2 görevli arkamda) arkamdaki görevlilerden birisi “Kaçmaya teşebbüs edersen seni tabancayla anında vururum” dedi… Sessizce yürüdüm…

73 GÜN GECE GÜNDÜZ SORGULAMA

Bir araçla devlet güvenlik birimine götürüldüm ve bu devlet güvenlik biriminde de 73 gün, gece-gündüz sorgulama geçirdim!

Bu sorgulama esnasında fiziksel ve ruhsal büyük işkencelere maruz bırakıldım…

Bu sürecin sonunda her ne kadar bize bizi serbest bırakacaklarını söylemiş olsalar da, maalesef ki öyle olmadı ve üç arkadaşı, bizi Sofya Merkez Hapishanesi’ne götürdüler, oradan da Plevne’ye… Plevne’den de Belene Toplama Kampına götürüldük.

Özetle; biz son ana kadar kampa götürüleceğimizi bilmiyorduk, hatta öyle bir kampın var oluşundan da bihaberdik.  Nereye götürüldüğümüzü köprüye çıktıktan sonra anladık.

Öğrendik ki; Ana karadan, şehirden ayrılıyoruz ve o adaya götürülüyoruz ….

Devamı yarın

Kaynak: (HABER MERKEZİ)

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.